Bir şehri, bir tarih gerekliliği, belki de zorunluluğu olarak fethetmenin, beş yüz altmış sekiz yıl sonra törenlerle kutlandığı bir günde tarihi düşünmenin yarattığı karmaşayı yaşıyorum İstanbul'u düşünürken...
Yazıyı daha önce kullanmış, hatta tarihi istediği gibi yazmış, çalışanı, üreteni ezmiş sınıflı bir antika medeniyetin, Bizans yıkıntısının, yozlaşmış, çürümüş, derebeyleşmiş yerleşkesine çağırdığı, insancıl tözünü, eşitlik, kardeşlik, özgürlük duygularını o güne kadar çok daha iyi saklamayı başarmış Kayı Boyu’nu anarken kullandığı "barbar" sözcüğünün üzerime düşürdüğü gölgeyi taşıyorum İstanbul'u düşünürken…
O “Barbar” gazilerin ele geçirdiği, yoksulun, çalışanını canını çıkarmış zalim tekfur topraklarını, güzelim Anadolu ve Urumeli’ni, “Beytülmali Müslim’in” kılarak “Dirlik Düzeni” ile kamulaştırdığı, işleyene ait kıldığı, toprağın yalnızca kullanım hakkını miras yolunu bile kapalı tutarak alın teri dökene verdiği, üzerinde yalnızca kılıcının ve tertemiz yüreğinin hakkına adalet dağıtan akıncılar beslediği bir tarihi düşünüyorum İstanbul’u düşünürken…
O "ele geçirme"yi izleyen bir sürecin öncesinde yoldaşıyla birlikte yattığı kıl çadırdan çıkıp saltanat sarayları kuran, “Gazilik” yerine “Sultanlık” şânını kendine layık bulan, daha önce yıkıp yok ettiği saray entrikalarıyla kendi “eşit-kardeş-hür” toplum yapısını bozduğu için kandaş özünü daha yitirmemiş başka bir barbardan, Timur’dan tokadı yiyen, İstanbul’un fethinin sonrasında kendi soyuna, kendi halkına kendi diliyle yazmayı, kendi dilini kullanmayı çok görmüş, kendi soydaşlarını devşirme askerleriyle kılıçtan geçirip dağ başlarına sürmüş bir saltanatın, kardeş ve oğul kanını hak gören, “Dirlik Düzeni”ni mültenzim soygunlu “Kesim Düzeni” ile değiştirip Anadolu ve Urumeli üreticisini bir ucu bugünlere kadar gelecek olan tefeci bezirgân soygun ve sömürüsüne teslim eden, kendi yoldaşı bildiği, güneş tanrısı Umay olarak andığı kadını öykündüğü din derebeylerinin yaptığı gibi, ikinci cins, alınır satılır cariye kılan, erkek çocuklarını dâhi istismar konusu yapabilen sakray ve saltanat acımasızlığı ürpertiyor beni, İstanbul’u düşünürken…
Sırtındaki hırkanın hesabını veren bir duru bir din sevgisinden, hakyemezlikten ve alçakgönüllülükten vazgeçip, şatafatı, gösterişi, yetim hakkı yemeyi seçen, inancını mızrak ucunda taşıyan bir zulmün bulaştığı iktidar koltuğuna eriştiren doymak bilmeyen bir açgözlülüğün ve yozlaşmanın mide bulandıran kokusu esiyor üstüme...
Kudüs’ü fethettiği gün, beyaz devesinin üstünde girdiği şehirde, tüm şehir halkının canını ve malını bağışladığını duyuran, kendisini karşılayan Rum patriğinden namaz kılabileceği bir yer göstermesini isteyen, Patrik, Kıyamet Kilisesi, yani Hıristiyanlar için Kutsal Kabir’de namazını kılabileceğini söyledikten sonra, namazlığını alıp dışarı çıkan, başka bir yere doğru yönelen, “Ben bunu yaparsam, yarın Müslümanlar ‘Ömer burada namaz kılmıştı’ diyerek buraya sahip çıkarlar,” diyen (Amin Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Savaşları) İslamiyet’in devrimci adalet çağının halifesi Ömer’i düşünüyorum, İstanbul’u düşünürken…O "Barbar"lardan biriymiş gibi görünmemek için, zaman içinde Orta Çağ karanlığından Rönesans aydınlığına, kilise ve kral istibdatından Reform sorgulamacılığına ulaşıp geniş yeniden üretim olanaklarıyla, serbest rekabetçi işveren sınıfı öncülüğünde, yoksul köylülüğü de yedeğine alarak “Eşitlik Kardeşlik Hürriyet” bayrağını açmış, bilim ve tekniği kullanmayı öğrendiği Batı'ya maymunca benzemeye çalışmamış, kendi ülkesinin gelenek ve kültürünü, kendi insanının garipliğini o Batı’ya “egzotik bir eğlence” malzemesi gibi satıp üne ve paraya kavuşanlardan uzak durmuş, din bezirgânlarıyla aynı kaba işemeyi, emperyalizmin güdümündeki sümüklü vaizlerle aynı safa girmeyi hüner saymamış, bir aydın onursuzluğundan, bir aşağılık kompleksinden sıyrılabilmiş olanları alkışlıyorum İstanbul'u düşünürken...
İstanbul'u düşünüyorum... Kendi varoluş bilincimde, başkalarının varoluş haklarına ne kadar saygılı olabildiğimi sorgulayarak... Benim gibi yaşamayan, benim gibi düşünmeyen, benim gibi inanmayanlara bakarken, onların bana nasıl baktıklarını görüyorum sanki. Başkalarına ait olanı, kimi piyasa oyunlarıyla, kimi zor kullanarak, kanla, bombayla, çocukları, yaşlıları parçalayarak, aşsız, ilaçsız bırakarak "ele geçirme" oyunlarının sıkça oynandığı bir dünyada İstanbul’u düşünüyorum...
Sokaklarına güneş girmez olmuş, bütün güzellikleri çeteci müteahhitler tarafından yağmalanmış, yalnızca kendini düşünmenin yetmediğini, zenginin de, yoksulun da, güçlünün de, mazlumun da, birbirini düşünmeden tümden sağlıklı bir gelecek kurulamayacağını bir kez daha herkese göstermiş, ilçe ilçe, sokak sokak “Kurtuluş Yok Tek Başına / Ya Hep Beraber, Ya Hiçbirimiz” demeyi başarmış bu İstanbul denen şehri düşünüyorum…
Kendimi kendim gibi tanıyabildiğimde ve benim gibi olmayanı da sevebildiğimde, anlayabildiğimde, hayatı kardeşçe paylaşabildiğimde ancak, özgürlüğün o sonsuz ve eşsiz kıvancını duyuyorum damarlarımda; seher yellerinden sıla kokuları alıyorum…
Emeğe, alın terine, dayanışmaya, güzelliklere, iyiliğe, doğruluğa, bütün farklı diller ve kültürler arasında barış ve kardeşliğe selam olsun diyorum İstanbul’u düşünürken…
İstanbul'u düşünmek dayanılmaz bir yaşam sevinci veriyor bana, İstanbul'u düşünürken...
30 Mayıs 2025, Alper AKÇAM,